Hapishane Çağı
İnsan özü gereği toplumsal bir varlıktır. Topluluk halinde yaşama eğilimi olan, zaman-mekan ve ilişkisellik argümanlarına dayanan yapıtaşları mevcuttur. Hapishane, bu yapı taşlarının yok sayılarak, bireylerden mahrum bırakılarak toplum düzenin sağlanabileceği fikrinden doğmuştur. Tarihsel süreçte modern anlamda hapishanenin doğuşuna, gözetleme ve denetleme kurumu olarak ilk kez 1596 yılında Amsterdam’ da açılan ‘’Rasphuis’’ i örnek verebiliriz. Bunun öncesinde toplumsal sözleşmeye uymayan bireyler toplum önünde asılarak, işkence edilerek öldürülüyordu. İktidarlar, fiziksel şiddeti bir güç göstergesi olarak kullanıyordu. Ceza sisteminin nesnesi fiziki bedel ödetmesidir. Burada insanların her dönem vahşi bir yanının olduğunu görüyoruz. Hapishaneler hangi amaçla kurulmuş olursa olsun, iktidarların mikro-fiziğidir. Bireyi dönüştürmeyi amaçlayan bir kurumdur. Ancak kapitalizm ve iktidar iki sıkı dost olduğu için, kurumlar bireyleri dönüştürmek ile kalmaz, bireylerden fayda sağlamaya çalışır. Burada değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Hapishanelerin başlıca üç işlevi vardır:
1-Kapitalist üretim biçimi gereği bedenlerin sahip olduğu gücün emek gücüne dönüştürülmesi ve üretim sürecine katılmasıdır.
2-İtaatkar ve uysal bireyler yetiştirme amacı güdülür. İktidarlar bunu ‘’bölücü pratikler’’ meydana getirir. Buradan suçlu-suçsuz, iyi-kötü, deli-akıllı, vb. karşılaştırmalarla kişileri ötekileştirir, olması gereken itaatkar bir halk kitlesi oluşturmayı hedefler.
3-İktidarlar kendi ürettiği hakikatine inandırır. Böylece disiplinler insanlarca içselleşir. Hakikat haline getirilen bu bölücü pratikler hapishane gibi kurumların varlığına ortam hazırlar.
İktidarlar, kendisi için tehlikeli ya da şüpheli olan bireyleri ‘’damgalama’’ yoluyla kendisiyle mücadele edilemez hale getirir. Modern zamanda cezalar ‘bedenden çok ruh’a yöneliktir. Foucault’un da dediği gibi: ‘’Suçlar ve kabahatler adı altında, insanlara ait olan tutkular, iç güdüler, anormallikler, uyumsuzluklar vs. yargılanmaktadır. İşin özünde bireyin iradesi yargılanmaktadır. Bununla beraber mahkum edilen kişi kendisini ‘öteki’ ile tanımlamaktadır. Hukuk kurallarını koyan da insan, mahkum edilen de insan. Burada iki insan arasındaki ayrımı belirleyen irade sahibi olmak ya da olmamak mı? Hapishaneden çıkan bir bireyin denetim ve gözetimden bağımsız bırakıldıktan sonra yaşamına dönmesine, ona alışmasına ve toplum tarafından yadırganmasında mahkûmun hala cezasını çektiği ve ondan kurtulamayacağı anlamına gelir. Hapishaneler insanların suç işlemesini engelleyemiyor, çünkü; “Herkesin herkese karşı gözü dönmüş bir durumdayız!” Foucault, yine, bizlere ‘Hapishane Çağı’ isimli eserinde modern iktidarın, çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirip, kayıt altına alıp, sayısal hale getirip, böylece egemen olduğunu anlatır. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Çünkü:’’ Modern iktidar büyük gözaltıdır.’’
Günümüzde ise her statüde insan hapse girme ihtimali ile karşı karşıyadır. Hukuk sistemi, yerini intikam ve rehine sistemine bırakmıştır. Hukukun ‘ağır vurgunlar’ yemesi ile toplumdaki ayrışma da sivrileşmiştir. Bir taraf ‘kana kan, intikam’ derken, diğer taraf ‘işkencesiz hapishane’ fikrini savunmaktadır. Bireyin özgürlüğünden mahrum edilmesi başlı başına bir şiddettir. Ki bizler, bugün, hapishanelerde bedensel şiddetinde var olduğunu biliyoruz. Hem fiziksel hem psikolojik şiddet bir arada bulunmaktadır. Burada toplumsal yapının ‘Panoptikan’ (M. Foucault) bağlamında sürekli gözetim ve denetleme mekanizmaları yerleştirdiğini görüyoruz. İnternet, akıllı telefonlar, kredi kartları vs. bizlere ‘rıza gösterilmiş gözetim’ sunuyor. Dört duvar arasında ki kişi de gözetleniyor, ki bir yerde amaç zaten bu. Samuel Beckett’in ‘Arıcılık’ romanında belirttiğine göre: ‘’ Hepimiz hapishanelerdeyiz, herkes kendi hücresinde yaşıyor, özgürlük bir yanılsama…’’ Yevgeni Zamyetin ise ‘Biz’ isimli romanında anti-ütopik bir hapishane tasviri yapıyor ve insanların sadece numaralarının olduğu, evlerin şeffaf olduğu gelecek betimliyor. Romanın sonunda ana karakter 503D: ‘’Davayı kazanacağımdan eminim, çünkü akıl her zaman kazanmalıdır.’’ diyerek bizlere hapsedilmenin akla mantığa uygun olmadığının da vurgusunu yapmaktadır.
Sonuç olarak; hapishanelerin başlangıcından günümüze kadarki süreçte, söyleminin bir hayli dışında, rehabilitasyon alanı olmadığını görüyoruz. Fiziksel bir imha etme ve edilme söz konusu değilse bile benlik imhası kesinlikle mevcut. Bireyi kişiliksizleştirme, onursuzlaştırma yeri olarak, iktidarların rehin alma ya da bedel ödetme mekanizmasıdır. ‘’Hapishaneler okuldur.’’ sözü aslında bir yerde, bizlere, düşünen, okuyan, yazan insanların ‘ikinci adresi’ olarak hapishanelerin gösterildiğini anlatmaktadır. Buna rağmen bireylerin, devlet şiddetine akıl ve yürekleriyle başkaldırısına şahitlik ediyoruz. Eli sopalı ve vicdan yoksunu iktidarların bütün baskılarına rağmen direnen ve mekana meydan okuyan tek bir kişi bile kalsa ‘’umut’’ var demektir. 20 küsur yıl tecrit hücresinde kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşan Kızıl Ordu üyesinin seslenişini hatırlayarak sonlandıralım: ‘’Devlet yenildi, ben kazandım…’’
Hapishanesiz Toplum Komisyonu
──────────────────────────────────────────────────────────────────────
Öteki Hareketi olarak benimsediğimiz ilkeler gereği ırkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemi içermeyen, şiddete teşvik etmeyen, militarist içerikli olmayan her yazı sitemizde yer bulacaktır.