Turan Saçıl
Kakofoni
Bir uyumsuzluk çağında mıyız bilmiyorum ama bir şeylerin bir diğeriyle uyumsuz olduğu ya da en azından uyumsuzlaştırılarak görmezden gelindiği su götürmez bir gerçek. Kendi varlığını başkalarının yokluğunda arayıp bulmak kulağa çok ürkütücü gelmiyor mu? Yüzyıllardır başkalarının günahıyla aziz olabilen, kendi hayatını daha berrak kılan kimse olmadığı gibi bundan yüzyıllar sonra da olmayacak. Evet, insanların kutuplaştığı ve hatta keskin kutuplara ayrıldığının farkındayım. Bilhassa insanlar artık gerçek hayatta veremedikleri tepkileri sosyal medya ve benzeri ortamların aracılığıyla dile getirerek tatmin oluyor. Patronuna kızan onun siyasi sempatisine dokunduruyor, komşusuna dertlenen onun geldiği coğrafyayı suçluyor derken herkes birbirine günün sonunda söyleyecek çok söz buluyor ve nihayetinde görevini başarıyla tamamlamanın tatmin edici rehavetiyle uykuya dalıyor gibi hissediyorum. Asıl bu kontrolsüz orgazmın toplumun tamamında bir ahlaka dönüşmesi beni korkutuyor. Popülaritenin gölgesinde hızla gelip geçen gündemler ve bunların günlük yoğunluğun gölgesinde, duygusal boşlukları dolduran alışkanlıklara dönüşmesi ve beraberinde gelen linç kültürü bana, atıklarını arıtmadan denize boşaltan, çocukluğumun gübre fabrikasını hatırlatıyor. Yıllar sonra, belki 15-20 yıl sonra, bunca pisliğe daha fazla dayanamayıp ölen Marmara Denizi gibi koca bir toplumun kendi kendini imhasına tanıklık edeceğimiz kaygısını taşıyorum.
İnsanların yaşamları ya da hayat hikayelerindeki inişler çıkışlar bir diğer insanın ona baktığı pencereden T.C. ’nin adaletsiz sınav sistemi gibi ucuz değerlendirmelerle yorumlanmamalı. 3 yanlış 1 doğruyu götürmemeli mesela. Buna karşılık bütün bir insanlık olarak bugün geldiğimiz noktada yanlışa yanlış, doğruya doğru diyebilecek özeni gösterebilecek kadar büyük uygarlıklar kurmuş olduğumuzu düşünüyorum. Kimsenin kimseyi dinlemediği, anlamadığı ama milyonlarca kelimenin havada uçuştuğu fakat aslında günün sonunda kimin daha fazla ses getirecek, gürültü çıkaracak ya da kendisinden daha fazla karşısındakinin canını yakabilecek argümanlar sunduğunun önemli olduğu gladyatör meydanında “öldür! öldür!” çığlıklarını duymaktan utanıyorum. Bu kakofoni hasta toplumumuzu daha fazla yoruyor. Önce şuna bir karar verelim, kimse kimsenin sayesinde yaşamıyor! Hatta bugün halihazırdaki tablonun gösterdiği kadarıyla herkes birbirine rağmen yaşıyor! Bu toplumun mahalle savaşçıları sözüm ona ucuz gladyatörleri kimsenin hayatında nefes olmadıklarını iyi bilmeli. Hiçbir kutup bir diğerinin hayatında söz, hak ya da kısaca tasarruf sahibi olamaz. Kimse ötekinin geçmişini, bugününü, gününün ötesini, fikrini, zikrini dişine kan değmiş kurt azgınlığıyla ve dolayısıyla vahşi dünyaya ait ve uygarlık için hoyratlık denebilecek sert davranışlarla eleştiremez, varlığını yok sayamaz, onu ötekileştiremez. Biliyorum korku insana farkındalığını kaybettirir ve toplum birbirinden korkuyor. Birbirinin fikrinden, yaşam tarzından, günlük ritüellerinden korkan bir toplum düşünün. Öylesine birbirine düşman öylesine birbirini unutan ve öylesine ötekini kendi öz nefretinde boğan. Korku kusursuz bir silah ve bu toplumun intiharı bu silahın namlusundan olacak. Bilmediğinden korkar insan. Tanımak da istemez ki nefreti azalmasın. Çünkü nefret bugün bu toplumun pek çok ferdi için yaşama sebebi. Ötekine olan nefreti azalırsa belki kendi hayat süresi de kısalır zannediyor birileri. Ötekinin debelendiği bataklık derinleştikçe berikinin cennetin krallığını fethetmişçesine mutluluk duymasını canlandırın gözünüzde. Ne korkunç! Mansplaining sözcüğünün toplumda karşılık bulması da bence buradan besleniyor. Bireyler diğerini siyasi görüşünden, cinsiyetinden ya da cinsel yöneliminden, dini inancından ya da etnik kimliğinden dolayı kendinden en az bir tık aşağıda görüyor. Buradan hareketle onun üstünde bir tasarruf hakkı bir yönlendirme hissederek ötekini hedef alarak yaptığı her sakat fiili sanki mübahmışçasına sahipleniyor zannediyorum. Ötekinin sırtında patlattığı her kırbaç darbesinin feryadı kendi kahkahası olan bir insan hayal edin. Hatta köle-sahip ilişkisinde olduğu gibi kırbaç darbelerinden kurtulmak isteyen, sahibinin azadına muhtaç bir kölenin diyetini ödemesindeki sorumluluk hissini hatırlatırcasına, karşısındakini ötekileştiren birey ötekinden, kendi ideal dünyasının sınırlarında kutsadığı motiflere, imgelere biat, boyun eğme ya da kutsama bekliyor. Bu tanımlamamı örneklendirebileceğim çok fazla hikayem var ancak bunu okuyucunun kendi deneyimlerinin enginliğine emanet ediyorum. Buna rağmen birazdan anlatacaklarım belki bu cümlemin kapısını tıklatır.
Toplum olarak hastayız biz. Hepimizin çeşit çeşit yaraları var ve bu yaralardan sebep ateş içinde tüm vücudumuz. Acı çekiyoruz ama ölmüyoruz, iyileşmek ümidindeyiz ve bu toplumun birçok ferdi -hangi mahalleden olursa olsun- buna çabalıyor ama şunu hatırlatmama izin verin n’olur: başkasını daha fazla yaralamak seni iyileştirmeyecek! Artık bu toplumda hiç kimse kendi ideal dünyasına olan hürmetini ötekinin dünyasını itham ederek ispata çalışmamalı. Bakın buradan haykırıyorum bu bizimle bitecek bir hikâye değil. Kişiler ölür ama toplumlar ölmez. Bu problemi çözemediğimiz takdirde tek tek çözülecektir bu toplumun bireyleri. Bugün ya da bugünden sonra ama çok uzak gelmiyor bana. Çok kapalı mı anlatıyorum? Açayım biraz öyleyse; bu toplumda bir birey sevdiği bir sporcunun vefatına üzülebilir. Attığı gole ya da aldığı sayıya sevinebilir. Gayet insani ve hissi olan bu durumu yaşarken o birey, sporcunun içinde olduğu mahallenin bugünün sözüm ona normlarına ya da kabulüne ters olmasından dolayı içinde yaşadığı toplumun kendisini yargılamasını düşünmek zorunda bırakılamaz. Bu köle-sahip ilişkisidir işte bütünüyle. Ben olaylar karşısında vereceğim tepkileri birilerinin tahakküm kokan uyduruk yerli ve millilik testlerine tabi kılamam, kılmam da! İşte bunu kabul etmiyorum ve bu yaşananı ve benzerlerini bu toplumun intiharına sebep olabilecek siyanür etkisinde görüyorum.
Toplumda hiçbir birey diğerini kendi idealine göre evcilleştirme kaygısı gütmemeli. Zaten bizim medeniyet dediğimiz olgu herkesin aynı hayatı yaşaması ya da o toplumdaki tüm kutsalları istisnasız kabul etmesi değildir. Tam tersi; bir hayat tarzının diğerini bastırmasını, ötekinin, berikinin içinde eriyip kaybolmasını engellemektir aslında medeniyet. Toplumdaki farklılık ve çeşitlilik, bereket ve zenginliktir. Barbarlık ise bu zengin kültüre, farklılıklara bakarken hiçbir güzellik göremeyip tek tipleşmeden haz almak olabilir ancak.
Türkiye toplumunda sütten çıkmış ak kaşık olan bir tane bile mahalle olduğunu iddia etmek en hafif tabiriyle ideolojik körlük olur. Hal böyleyken bu toplumun bireyleri ergenlik kompleksiyle sidik yarıştırma evresinden ilk olgunluk dönemine geçmeli artık. Toplumun neredeyse her mahallesi bugün için sadece kendisine meşruiyet sağlayacak kadar demokrasiyi içselleştirebiliyor. İşte bu yarım demokrasi imanıyla bir diğerinin yani ötekinin ciğerini dağlamak ya da kalbini dişlemek o inandığı yarım demokrasinin ona tanıdığı meşruiyet alanına dahil. Bunun o yarım demokrasi fıkhındaki yeri vatanperverlikken düşmanlaştırdığı mahalleye dahil olanlar topyekûn hain derecesinde. Dolayısıyla kırbaçlanmalı ya da hatta yok edilmeliler. Tam burada otoriteyi ele almış ve kendini meşru gören bir mahallenin yaptıklarını çoğu zaman helal görmeyen diğer mahallelerin bireyleri iş şeytanlaştırmaya ya da yok etmeye geldiğinde eğer zarar gören kendilerinden değilse ve hatta karşı mahalledeyse bu linci sessiz kahkahalarla ve dahi çoğu zaman alkış kıyamet kabullenip kutsayabiliyor. Ama bu sonu gelmeyen kısır bir döngü gibi dünden bugüne. Bu bahsettiklerim bugünün meselesi de değil. Akşamdan sabaha olmadı tüm bunlar. Ama şunu söylemek istiyorum; Bir şey neyse odur, o şey hakkında söylenenler değildir. Bir dönem toplumun bir kesimi yok sayılmış ötekileştirilmiş hatta imha edilmiş bile olabilir ama bu durum o bireylere ya da topluca o mahalleye yapılanları haklı kılmadığı gibi o ötekileri de haklarında iddia edilene yamamaya yetmez. Eğer bu nokta daha iyi anlaşılacaksa sembol isimlerden örnek verebilirim.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları vatan haini midir? Elbette hayır! Ama bu ülkenin adalet sistemi tarafından tüm ülkenin bütün mahallelerinin gözü önünde yargılanıp idam edildiler. Nazım Hikmet Ran vatan haini midir? Elbette hayır! Ama herkesin gözü önünde bu ülkenin sınırlarında şeytanlaştırıldı, yok sayıldı ve sürgünden hapse kadar çekmediği eziyet kalmadı. Necip Fazıl Kısakürek vatan haini midir? Elbette hayır! Kendince doğru gördüğü fikrin misyonculuğunu üstlendiği için döneminde eza ve cefaya maruz kaldı. Adnan Menderes vatan haini midir? Elbette hayır! Ama askeri bir cunta kararı ile bu ülke toplumunun bilgisi dahilinde ve gözü önünde bu suçlama ile idam edildi. Peki askeri cunta yönetimi demokrasi ile bağdaşır mı? Yanından bile geçmez! Ama yıllarca bu toplumda 27 Mayıs Hürriyet Bayramı olarak kutlandı. Bizde tahammülsüzlük o seviyede ki Deniz Gezmiş ve Necip Fazıl Kısakürek isimlerini bile aynı paragrafta kullandığım için linçlenebilirim. Durumun vahametini idrak edebiliyor musunuz? Bugün yaşananlar yukarıda anlattığım yaşanmışlıklardan farklı mı peki? Elbette hayır! Burada, bu toplumda elinde çekiç olan her gördüğünü çivi sanıyor. İşte toplumsal hastalıklarımızdan biri de bu. Bu sekülerler için de böyle muhafazakârlar için de.
“Kardeşi kardeşe kırdıran siyaset. . .
Bir gün elbet, bir gün elbet
Örter üstünü bu ağır yanlışın
Sevgiyle, yalnızca sevgiyle işlenen
Bir dal incelik, bir simli gülüş
Bir kardeş mavi.”
______________________________________________________
Öteki Hareketi olarak benimsediğimiz ilkeler gereği ırkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemi içermeyen, şiddete teşvik etmeyen, militarist içerikli olmayan her yazı sitemizde yer bulacaktır. Öteki Hareketi aracılığıyla sitede yayınlanan yazılar/şiirler yazarların kendi düşüncelerinden oluşmaktadır. Öteki Hareketi’ne māl edilemez.